Edebiyat

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
— Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben —
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Edip CANSEVER

Sevgi Soysal üzerine bir inceleme, Nuray Küçükler’den.

“Geride Bıraktıklarını Bıraktım Sanma” Sevgi’li Tante Rosa

Sevgi Soysal’ın iki ayrı kitabındaki iki kadın kahramanı Tante Rosa ve Ela’dır. İki karakter de hayatın içindeki bir kadının terk edişlerinden, vazgeçişlerinden, yeni olanı aramalarından izler taşır. Tante Rosa da Yürümek’teki Ela da eskisini bırakıp yenisini inşa etme telaşındadır. Ama aralarındaki farkı yeni durumu ne ile inşa ettikleri belirler. Tante Rosa’nın bırakıp gidişlerini şekillendiren onu çepeçevre sarmış olan verili kadın imgeleridir. Oysa Ela, yeniyi toplumsal kaygıların yaşandığı bir hayatla şekillendirir.

Bu yazı, Tante Rosa’da ve Ela’da, Soysal’ın kadınlık serüveninin izleri var mıdır? Bu karakterleri birbirine benzer kılan ve onları birbirinden ayıran noktalar nelerdir? Gibi soruların cevabını bulmaya çalışıyor.

“Anneannemden Başlayıp Bende Biten Bir Çizgi”

Sevgi Soysal, Mithat ve Aliye Yenen’in 30 Eylül 1936’da doğan üçüncü çocuklarıdır. Aliye Yenen, Mithat Yenen’i Almanya’da öğrencilik yıllarında tanır. O zamanlar Aliye Yenen’in ismi henüz Anneliese’dir. Sevgi Soysal’ın yazdıklarında Anneliese’in izlerini buluruz. Annesinin ve hatta anneannesinin kadınlık serüveni Soysal’da farklı imgelere kuşanarak zaman zaman yazıya dökülürler.

Birçoğumuzun kadınlık öyküsünde, kuşandığımız imgelerde bizden önceki kadınların tarihinin izlerini bulabiliriz. Öyle değil mi? Onlarla öğrendiğimiz, kuşandığımız kadınlık imgelerinin devamcısı ya da retçisi oluruz.

Anneliese, annesi Rosa ve kızkardeşler… Tüm bunlar Sevgi Soysal’ın kadınlık tarihinde birer mirastırlar. Reddedilen ya da devam ettirilen. Peki bu mirası kendi yaşadıklarıyla inşa eden Anneliese kim?

Anneliese, Mithat Bey’i Almanya’da öğrencilik yıllarında tanır ve ona tutkulu bir aşkla bağlanır. Türkiye’ye yerleşir, Aliye ismini alır. Altı çocuk doğurur ve vefalı bir eş ve anne rolünü üstlenir. Belki de Sevgi Soysal’ın kadın karakterlerinin vazgeçişlerinde, yürüyüp gitmelerinde, kendi kadınlık serüvenlerinin izlerini sürmelerinde bu tarihin mirası bulunabilir.

Tante Rosa’dan Ela’ya Uzanan Bir Kadınlık Serüveni

Sevgi Soysal’ın iki kadın kahramanı: Tante Rosa ve Ela… Sevgi Soysal Tante Rosa için “Anneannemden başlayıp bende biten bir çizgi” diyor. O halde Tante Rosa için bir kadının miras aldığı tarihin ve kendi kadınlık serüveninin özeleştirisidir demek sanırım yanlış bir başlangıç olmaz.

Tante Rosa: On dört öyküden oluşan kitabın kadın kahramanı. Öyküler boyunca hep bir şeylerden vazgeçen, hep yeniden başlayan kadın kahraman. Hep yeniden başlayan ama hep aynı yeniye başlayan… Hiçbir yenisini yeni bir yürümek kılamayan kadın kahraman.

İlk öykü çocuk Tante Rosa’nın, “Sizlerle Başbaşa” dergisinde gördüğü Kraliçe’ye özenip, at canbazı olmayı istemesiyle başlar. Hayaller kurar Tante Rosa ama hayallerini çiğneyen bir teğmen olur. Bir düşler prensi bir düşler prensesi olan at canbazını çiğnemiştir aslında. Ve… Tabii ki Tante Rosa’nın at canbazı olma düşlerini… Süregiden öyküler boyunca bütün yeni hayat düşlerini “Sizlerle Başbaşa” dergisi yardımıyla kurar Tante Rosa. Eskisini bırakıp gidebilen bir kadının yenisini ne ile şekillendirdiği meselesidir bu durum. Tante Rosa eskileri bırakıp gider, bu gidişi şekillendiren ise onu çepeçevre saran ikilemleri olur. Tante Rosa’nın yeniye dair düşlerinin diğer adı belki de kadınlığın ikilemleridir.

Öykülere dönersek eğer, Tante Rosa’nın ilk evliliğinden bahsetmek, onun bırakıp gitmeler serüvenini anlatmaya başlamak için iyi bir nokta olabilir. Tante Rosa… Sevişmiştir bir kez. “‘Namusu kirlenmiş’ bir aile kızı olmamak, zavallı bir piç kurusu doğurmamak için” evlenir. Ama “Kocasıyla istemeden yatmaya başladığı zaman ‘namusu kirlenmiş’ bir kadın olmanın ve bu yatmalardan sonra doğurdukça piç kurusu doğurmanın ne olduğunu anlar.” Her şeyi bırakıp gider Tante Rosa. Öyküler boyunca yeni kocalardan yeni koca adaylarına gider durur ve bu durumu şöyle adlandırır: “Çirkinlikleri yaşamaktansa enayi başlangıçlara koşmak.” İşte tam da bu durum Ela’yı ve Tante Rosa’yı birbirinden ayıran en önemli noktadır. (Ela’nın koşturduğu yer ya da “yürümek” diyelim enayi başlangıçlar olmayacaktır.)

Kitabın anlatıcı sesi de söyler: “Tante Rosa yanlışa verilen addır.” Peki yanlış nedir? Bırakıp gitmek mi? Bıkkın sevişmelerden sıyrılmak mı? Çocukları, evi bırakıp yeni başlangıçlara adım atmak mı?

Sanırım yanlışlık bu soruların cevabında değil. Sanırım yanlış olan “Sizlerle Başbaşa” dergisindeki -ki bu dergi Tante Rosa’yı biçimlendiren yanlış kadınlığın ve bu kadınlığın yaşama biçimlerinin simgesidir- yalanların peşine düşüp yola çıkmak. “… ve genç adam kadını kucakladı…” kutsal yalanının peşine düşmektir.

Oysa kadın olmak için yola çıksaydı Tante Rosa, “yüzyıllardan beri unutulanları hatırlamak için” yola çıksaydı, “başkaldırmak için, yakıp yıkmak için, barış için” yola çıksaydı belki de koşturduğu başlangıçlar enayi olmayacaktı.

Ela.. “Geride bıraktıklarını bıraktım sanmak”… Ela bu cümleyi söylerken usundan Tante Rosa geçiyor muydu dersiniz? Ela’nın serüveni Yürümek adlı kitapta henüz bir çocukken başlıyor. Kitap, Ela’yı ve Mehmet’i çocukluklarından başlayarak anlatıyor, onları ayrı ayrı büyütüyor. Biri kadın biri erkek iki insan kendilerine ve tabii ki cinselliklerine yabancılaşarak büyüyorlar. Ve… Sonra hayatın bir köşesinde karşılaşıyorlar. Ve… Sonra ayrılıyorlar.

Ela ve Mehmet karşılaştıklarında, Ela o ana kadar yaşadıklarını sorgular durumdadır. İlk seviştiği adam kocası Hakkı olmuştur. Mekan ise Hilton’da balayı odası. Ela kendini aramaktadır. Belki de neyi bıraktığını, nereye yol alacağını bilmek istemektedir.

“Buraya niçin geldim? Aleko’dan, Bülent’ten esirgediğimi Hakkı’ya vermek için mi? Bunu onlara beni Hilton’a getirmedikleri için mi vermedim?” Otel odasında kendi kendisiyle girdiği bu hesaplaşmalar onu bir başlangıca götürmüştür: “Daha önce bildiğim, bildiğimi sandığım şeyleri kurcalamanın tam zamanı.” İşte, Ela ve Mehmet’in yolları kesişmeden çok önce Ela zaten bir kurcalama sürecinin içindedir. Tante Rosa’dan farklı olarak, yenileri kurmanın ancak eskileri kurcalamak ve kendiyle hesaplaşmaktan geçtiğini biliyordur.

Ve… Ela Hakkı’yı terk eder… Ve… Ela ile Mehmet’in yolları kesişir… Ve… Ela ile Mehmet’in yolları İmroz’da ayrılır. Ela İmroz’da bir sonuca doğru yaklaşır. Bir gün çıkartma gemisini ve askerleri görür. Bu durum onu sonuca daha da yaklaştırır. Mehmet’le kurduğu ilişkinin etraflarında olan bitenden soyutlanamayacağını, soyutlanmış bir mutluluğun, soyutlanmış bir düşün hiçbir zaman mümkün olamayacağını anlar.

Kadın artık bıraktığı şeyin ne olduğunu ve yürüyeceği istikametin neresi olacağını biliyordur. Çünkü Yürümek’teki kadın kurcalıyordur. Arayışı anlamlı bir arayıştır, “enayi bir başlangıç” değil. Ve bırakır, yürüyüp gider Ela… Tante Rosa’da bırakmıştır ama her bırakışı aynı yeniye başlangıçtır. Oysa Ela bıraktığında nereye yürüyeceğini bilerek yürüyüp gitmiştir.

Yürümüştür Ela… Toplumsal kaygıların hatta sancıların yaşandığı hayata doğru. Hayatın ta kendisine yürür Ela, bir düşe değil. Tüm bu kaygıların ve hatta sancıların kendi bilincinde yer tuttuğu ana doğru yürür…

Hoş geldin Ölüm

Soysal, İlk kitabı Tutkulu Perçem’i 1962’de yayınlamıştı. 1968’de Tante Rosa, 70’de de Yürümek adlı kitapları yayınlandı. 12 Mart ve getirdikleri birçok insanı olduğu gibi Soysal’ı da derinden etkiledi. Bu dönemin izlerini eserlerinden de takip ettik. Yine de şunu söylemek doğru olacaktır: Onun eserlerinde ezme-ezilme ilişkilerini, baskıların yol açtığı hezeyanları görüyor olsak da ne kendisini ne de kahramanlarını gözü yaşlı birer sözcü olarak görmedik. O da birçokları gibi tutukluluk ve sürgün dönemleri geçirdi. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni hapishane’de yazmıştı, Adana’da sürgünlüğünü yaşarken ise Şafak’ı yazdı. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni yazdığı mekana yani hapishaneye dair anıları ise Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adı altında 1976’da basıldı. Aynı yıl öykü kitabı Barış Adlı Çocuk da yayınlandı. Ve yine aynı yıl meme kanserine yenildiğinde Hoş geldin Ölüm’ü yazıyordu. Ölümünden sonra, yazıları Bakmak adlı kitapta toplandı.

Kısa hayatına çok şey sığdırmıştı Sevgi Soysal. Dolu dolu geçirdiği kırk yıldan sonra Hoş geldin Ölüm derken, geride sorgulayıcı bir duyarlılıkla inşa edilmiş bir çok eser bıraktı.

NURAY KÜÇÜKLER

 

Huzur ve Tutunamayanlar’ı “Batılılaş(tır)ma” sorunsalı açısından inceleme denemesi. Nuray Küçükler’den.

Huzur ve Tutunamayanlar’ın “Batılılaşma” sorunsalı etrafında inceleme denemesi, beraberinde Dünya Sisteminin(1) içinde bulunduğu dönemselliği de incelemeyi gerektirmektedir.

Bunu da merkez ve çevre ülkelerde “Modernite” kavramına bakarak yapabiliriz. Dünya ekseninde 20.yy. çağı hızlı toplumsal dönüşümlerin ve kültürel devrimlerin yaşandığı bir çağdır. Bu dönüşümün hızlı ve evrensel bir şekilde yaşandığı mutlaktır fakat merkez ve çevre ülkelerin hangi eksende yaşadığı önem kazanmaktadır.(2)

Orta ve Batı Avrupa değişimi zaten alışık olduğu bir olgu şeklinde yaşarken, geriye kalan ülkeler yani dünya nüfusunun %80’i, 1950’lerde ansızın sona eren bir Ortaçağ ile karşılaştı.

1910’larla başlayan süreç batılı toplumlarda modernizmin kendini geniş ölçüde ifade etme olanaklarını bulduğu bir süreçti. Bunun edebiyattaki görüntüsü kendini gelenekten koparma şeklinde idi. Bu olguyu Üçüncü Dünya Ülkeleri kapsamında ele aldığımızda, hem geleneksel değerlerin yanında saf alanların hem de batıcıların başlıca görevinin kendi halklarının çağdaş gerçekliğini keşfetmek olduğunu söyleyebiliriz.

Yukarda bahsedilenleri Dünya Sisteminin içinde bulunduğu dönemin öncülleri olarak kabul edersek, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-inşa sürecinde nasıl bir yol izlediği daha kolay anlaşılacaktır. Böylece Tanzimat’la birlikte bahsedilmeye başlanan “Batılılaşma” sorunsalının çatısı belirecektir.

Berna Moran Türk Romanının ana sorunsalını “Batılılaşma” nın oluşturduğunu söyler ve romanın işlevini, kuruluşunu ve tiplerini de önemli ölçüde bu sorunsala dayandırır.(3) Bu sorunsalın köklerini Tanzimat’ tan başlatır.Bizde roman, Batıdaki gibi feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde doğmamıştır. Burjuva sınıfının yani bireyciliğin ortaya çıktığı bir sürecin anlatısı değildir. Batılılaşma hareketinin taklit bir ürünü olarak doğmuştur.(4)

Peki o zaman “Batılılaşma” adıyla anılan şey nedir? Asıl olarak 1839’daki Gülhane Hatt-ı Hümayu’nu ile başlatılan bu reformlar silsilesinin yüzünün halka dönük olmaması nelere yol açtı? Daha doğrusu Türk Romanındaki görüntüleri neler oldu? Tanzimat Dönemi yazarlarının edindiği misyonlar açısından olaya bakarsak, yazarların iki yönlü bir süreçten geçtiğini söyleyebiliriz. Birincisi Batı’da yaratılmış yeni türleri ülkeye sokmak, ikincisi da bu türleri-özellikle romanı-eğitici bir amaç doğrultusunda kullanmak.

Tanzimat’ta “Batılılaşma” sorunsalının bir ürünü olarak doğan romanın Cumhuriyet Dönemi’nde nasıl serüvenlerden geçtiğini anlayabilmek için, Cumhuriyet’in ilanından sonra yaşanan süreci incelemek gerekmektedir:

Cumhuriyet’in ilanıyla oluşturulan devletin ne gibi hedefleri vardı? “Muassır Medeniyetler seviyesine ulaşmak” ve “ulus” olmak. Bu durumu yukarda bahsedilen “Dünya Sistemi” ekseninde düşünürsek, üçüncü dünyada oluşmuş yeni devletlerin kendilerini uluslararası alana yeleştirme çabası olarak değerlendirebiliriz. Yani “Batılılaşma” ve “Uluslaşma” süreçlerinin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği aşikardır. İki politika da Cumhuriyet Dönemi ideolojisinin oluşmasında stratejik bir rol oynar. Yeni oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı mirasında kendi ideolojisinin nüvelerini bulamaması O’nu yeni bir kültürün inşasına yöneltmiştir. Bu icadın “Batılılılaşma” ve “Uluslaşma” olarak ikili bir süreçte devam etmiş olması, Tanzimat’ta romanın ana ekseni haline gelen “Batılılaşma” Sorunsalının, Cumhuriyetin ilanıyla sona ermediğini daha da derinleşerek devam ettiğini gösterir. Yalnız Burada 1950’lerle başlayan sürecin sorunsallık açısından farklılık taşıdığı parantezini açmak gerekmektedir. Berna Moran 1950’lere kadar olan süreçte, “Batılılaşma” asıl sorunken; 1950 sonrası süreçte asıl sorunsalın “Sınıflılık”olduğunu söyler.(5) Kısaca, “Modernizm”i asıl olarak 1950 sonrası sınıflılık dönemine oturtmuştur.

O halde “Modernizm” in tanımını yapmak ve bu tanım doğrultusunda dönemselliğinin köşelerini çizmek gerekmektedir: Orhan Pamuk, edebiyatta “Modernizm” den yalnızca geleneksel olana bir karşı çıkış değil; genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anladığını söyler.(6) Modernist anlatılar içinde üretildikleri toplumun ürünleri değildirler. Kendi içe dönüklükleri ile ortaya çıkarlar. Hangi teknikleri kullanır Modernist Roman? Bilinç akışı, anlatıcı denen merkezin dağılması, zamanda sıçramalar, hatırlayan bilincin çözülmesi… gibi teknikleri sıralar Orhan Pamuk. Peki Huzur ne kadar modernisttir Orhan Pamuk’a göre?

Süha Oğuzertem “Modernizm”in dönemsel bir tarifini yapmak isterken; onu asıl olarak 1950’lerden sonraya yerleştirir ve Oğuz Atay öncesi modernist bir roman olarak Huzur’u bir istisna olarak koyar.(7) Peki Orhan Pamuk? O’nun görüşlerinden özetle Tanpınar’ın bir cemaat insanı olduğu çıkartılabilir. Temel olarak, Tanpınar modernist bir roman üreticisi değildir.

Tanpınar’ın “Batılılaşma” karşısında takındığı tutuma ve bir cemaat adamı olarak tavrına aşağıda değinileceğini göz önüne alarak, Huzur’da ve Tutunamayanlar’da “Batılılaşma” sorunsalını incelemeye çalışalım:

Huzur’da Tanpınar’ın asıl derdinin bir takım değerler arasında süregiden çatışmayı sergilemek ve çatışmanın yarattığı bunalımı Mümtaz’da göstermek olduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar’ın “Batılılaşma”ya dair görüşlerini vermesi açısından romandaki diğer bireyleri de incelemek gerekir. Fakat bunalımın asıl görüntüsünün Mümtaz üzerinden olması bizi Mümtaz karakterini daha derinlikli olarak incelemeye iter.

Mümtaz’ın bunalımı yaşadığı iç dünyasının sergilenmesi Tanpınar’ın anlatım tekniğini de belirler. Roman 3.tekil şahısla anlatılan bir romandır. Fakat 3.tekil anlatıcının bilinci, romanın temel kahramanının bilincine çok yakındır. Hangisinin düşünüyor, hangisinin ifade ediyor olduğu zaman zaman birbirine karışır. Romanın tekniğine dair bu notu romanın sonunda Mümtaz’ın bunalımına yol açan nedenler, değerler çatışması romanın tekniğine de yansır şeklinde özetledikten sonra Mümtaz’a geri dönelim.

Berna Moran, yukarıda adı geçen değerler çatışmasının romandaki görüntüsünün Mümtaz’ın kişisel mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması olduğunu söyler.(8) Genel anlamıyla estetik değerler ile sosyo-politik değerlerin çatışması.

Romanın birinci bölümünde çeşitli savaş imleriyle kendisini gösteren toplumsal sorun, daha sonra ikinci ve üçüncü bölümlerde karşımıza çıkacak olan estetizm kaygılarıyla karşıt durmaktadır ve romanın son bölümünde bu karşıtlık bir çatışmaya dönüşür.

Romanın birinci bölümünde çeşitli savaş işaretleri( gazete haberleri,telefon konuşmaları vb.), dilenciler, yoksul mahalleler sıkıntılı bir atmosfer yaratır. Mümtaz’ın neden sıkıntılı bir ruh halinde olduğunun işaretleridirler.

Romanın ikinci bölümünde, Mümtaz’ın estetik değerlerle ilgili görüşleri ile karşılaşırız. Mümtaz’a göre -aynı zamanda değerler çatışmasının bir ucunu oluşturan estetik değerlere göre- insan her anına sanatçı duygularla yaklaşmalı, her yerde güzeli kavrayarak yoğun bir duygu hayatı yaşamalıdır.

Roman’ın üçüncü bölümünün sonunda ise Doğu-Batı sorununa değinilir. Bu bölümde Tanpınar, İhsan’ın ağzından kendi görüşlerini dile getiriyor gibidir. ( Bu konuya İhsan karakteri özelinde ve Tanpınar’ın “Batılılaşma” sorunsalı karşısındaki konumu açısından aşağıda değinilecektir.)

Dördüncü bölümde Mümtaz artık, toplumsal sorumluluğu ile kişisel mutluluğunun çatışmasının yarattığı bunalımı derin bir şekilde yaşamaktadır. Berna Moran birinci bölümde sıkıntılı atmosferi yaratan bir takım işaretlerin bu bölümde artık karşılarında tavır almayı gerektiren olgulara döndüğüne dikkati çeker.(9) Daha önce kendi kişisel mutluluğunun peşinde olduğunu gördüğümüz Mümtaz bu bölümde mesuliyet fikriyle içiçedir ve bu fikri bir saplantı halinde yaşamaya başlar. Mümtaz içinde bulunduğu bunalımı sonuna kadar yaşar. Öyleki, ölüm O’na oldukça çekici gelmektedir.

Huzur romanına baktığımızda; Tanpınar’ın, İhsan’ın ağzından kendi görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Tanzimat ile başlayan “Batılılaşma” hareketi 1923’den sonra daha da hızlanmış ve bir kültür ve uygarlık buhranıyla sonuçlanmıştır.

Berna Moran’ın belirttiği üzere, Tanpınar’a göre sorun kendi yaşam biçimlerimizi terketmiş olmakta yatar.(10) Sorunun aşılması toplumun ve yeni hayat şekillerimizin kendimize göre yeniden yaratılmasıyla olacaktır.

Tanpınar’ın Batıyı ele alışı da bu eksendedir. Batıda yaşanan değişimler ve orada var olan kültür kendilerine has olan şeylerdir. Bir bütünlük teşkil ederler. Yani onlar için hakikidir ve bizde aynı şekilde yaşanamaz. Taklitlerden ibaret kalır. Tanpınar çağdaşlaşmaya karşı değildir, bu olgunun köksüz bir zemine oturtulmasına karşıdır.

Şimdi bu durumun O’nun roman tekniğine nasıl yansıdığına ve modernist roman açısından görüntülerine değinmeye çalışalım:

Yukarda da anlatıldığı üzere romanda anlatıcının dili üçüncü tekil şahıstır ve anlatıcının bilinciyle romanın temel kahramanının bilinci zaman zaman birbirine oldukça fazla yakınlaşır. Uzaklaşma anlarında Tanpınar’ın bir “Biz” den bahsettiği görülür. Yani bu anlarda Tanpınar kahramanı ile kendisi arasına bir sınır koyar. İçerisinde yaşadığı toplumun sorumluluğunu üzerinde hisseder. Yine de bu sorumluluğu üzerine alırken kendi bilgisinden kati suretle emin değildir. Hatta kuşkulu olduğu, bu nedenle otoriter bir sese sahip olmadığı söylenebilir. Tanzimat romancısının baba otoritesi ile modernist anlatıcının özerkliği arasında bir yerde durmaktadır.

Huzur’dan sonra “Batılılaşma” sorunsalı etrafında incelenecek ikinci kitap Tutunamayanlar’a geçtiğimizde kitabın kurgulanışına, hikaye edilişine dair söyleyebileceğimiz şeyler bizi yine aynı kitabın tekniğine götürür. Bu teknik etrafında; Türk Romanının modernite-postmodernite serüveni ve bu serüven içinde yazarın konumu da incelenmelidir.

Peki Tutunamayanlar’ın karmaşık yapı ve anlatım yöntemlerini oluşturan hikayesi nasıl bir metin oluşturur? Berna Moran bunu bir tür çerçeve içine alınmış çeşitli metinler olarak koymaktadır.(11) Gazetecinin önsözü ve Turgut’un mektubu dış çerçeveyi yani Tutunamayanlar kitabının öyküsünü oluşturur. Tutunamayanlar’ın da iki öyküsü ve bu iki öykünün iki ayrı baş kişisi vardır. Turgut Özben arkadaşı Selim Işık’ın intihar nedenini araştırırken kendi ruhsal serüvenini yaşar. Bu öykünün çerçevesinin içinde ise Selim Işık’ın öyküsü yer alır.

Kitabın öykülenişini bu şekilde açıklamaya çalıştıktan sonra karakterlerin “Batılılaşma” sorunsalı etrafında nasıl bir serüven geçirdiklerini incelersek Turgut ve Selim’in birbirinden çok ayrı tutulamayacağını belirtmek gerekir. Turgut’un, Selim’le özdeşleşme serüvenini yaşadığını söylersek bu daha da açıklık kazanacaktır.(12) Bu durumda izlenecek yol, Turgut’u anlatmaya çalışmak ve bu serüven içeresinde Selim’e de değinmek olabilir.

Turgut Selim olmanın peşindedir, yani “Tutunamayan” olmanın. Peki kimdir Selim? Bir “Disconnectus Erectus” olması Türkiye’nin “Batılılaş(tır) ma” serüveninde nasıl bir yere tekabül eder? Selim’in oyunlarla olan iyi ilişkisi O’nun burjuva sınıfının değer yargılarından uzak bir yere konumlanmasına yardım etmektedir. Edebiyat ve sanat burjuva mantığına uymadığı için bunlar Selim’e göre yaşama anlam veren şeylerdir. Yukarıda bahsi geçen “Batılılaş(tır)ma” ve “Uluslaş(tır) ma” süreçlerinden geçerek 1950’lerde kendi sınıflı toplumunu oluşturmuş Türkiye için burjuva sınıfının değer yargıları artık oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Selim ve O’nun serüveni peşindeki Turgut içinse bu değer yargılarının ve sahte yaşamın karşısında bir direnç noktası yaratmak “Tutunamamak” olmakta yatar. Bu direnç noktası Selim’in öyküsünde sanat ve mitosla olmaktadır.(13) O halde Turgut’un serüveni de bu boyuta yakın bir yerlerde sürüyor olmalıdır. Turgut, Selim’in mektubunu almadan önce, küçük burjuva sınıfının değer yargılarıyla özdeşleşmiş bir bireydir. Yani “Batılılaşma” sorunsalının beraberinde getirdiği sınıflılık toplumunun dayattığı değer yargılarına karşı çelişik değildir. Bu mektup Turgut’un “Tutunamayan” olmayı seçişi ve Selim olmaya doğru adım atışının bir başlangıcıdır.(14) Turgut artık “Tutunamamak” a ve yazar olmaya adım atmıştır. Romanının ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkan ve Turgut’un ikinci beni olan Olric O’nu kitabı yazmaya ikna eder. Serüven Turgut’un görevini keşfettiği noktada son bulur, ya da belki de hiç sonlanmaz. Turgut hala serüveninin peşindedir.

Tam bu noktada durup, Mümtaz’ın içinde kalarak çelişkisini yaşadığı sorunsalı Selim’in ve Turgut’un reddederek onun dışında kalmayı seçtiklerini söyleyebiliriz. Peki Selim ve Turgut’un dışında kalmayı seçtikleri şey sadece Batılılaş(tır)mayla gelmiş olan burjuva sınıfı ve O’nun değer yargıları mıdır? Berna Moran, Selim’in temsil ettiği değerlerin sadece sanatla ilgili olamayacağına ve bu değerlerin karşısına konan şeyin küçük burjuva sınıfına indirgenemeyeceğine dikkati çeker.(15)

Turgut ve Selim karakterlerinin yardımıyla “Batılılaşma” sorunsalının görüntülerine değinmeye çalıştıktan sonra kitabın yazarının ve dolayısıyla kitabın bu sorunsalın neresinde durduğunu açıklamaya çalışalım:

Atay’ın Türkiye’nin “Batılılaş(tır)ma” ve “Modernite” serüvenindeki yerini açıklamanın yolu kitabında kullandığı tekniklere değinmekten de geçer. Berna Moran, Atay’ın çeşitli metinlere göndermeler yaparak, 19.yüzyıl gerçekliğine sırtını dönmüş bir roman yazma kaygısı da olduğunu belirtir.(16) Atay saldırmak istediği zihniyetin yerleşmiş değerlerine yazdığı romanın tekniğiyle de saldırmaktadır. Nitekim Atay’ın kurmaya çalıştığı oyunlar post-modern romanın sıklıkla başvurduğu tekniklerden birisidir. Önsözler ve mektupla kurulmaya çalışılan şey bir yandan kendinden önceki romanın verili değerlerini de yıkmaktadır. Yine şarkılar ve açıklama bölümleri post-modern roman tekniklerinde görülen bölümler gibidir. Jale Parla, Atay’ın kullandığı bu teknikler açısından okuru özgürleştirme çabasında olduğuna dikkati çeker.(17) Mizah da bu yön doğrultusunda kurulan tekniklerden bir tanesidir. Mizaha, Atay’ın bu olguyu hangi eksen etrafında kullandığına değinmek bizi O’nun yerleşik değerlerin karşısına neyi koyduğunu sorgulamaya iter. Atay mizahı salt yerleşik düzenin verili değerleriyle alayda kullanmaz. Bu değerlerle alay etmektedir fakat kendisiyle de özeleştiriyi aşan bir özalay ilişkisi kurmaktadır. Verili değerlerin karşısına neyi koyduğu sorusuna cevap olarak akla ilk gelen “Tutunamamak” olur. Fakat O’nun kahramanlarının sonlarının intihar ya da şizofreniyle bitiyor olması, Atay’ın “Tutunamamak”ın da altını oyduğunu gösterir.

Huzur’da “Huzursuzluk” Mümtaz’ın kaderiydi.Tutunamayanlar’da da Turgut’un kaderi romanlar yazmak, bir “Tutunamayan” olmaktır. Her iki romanın kahramanları da kendilerini süregiden bir olgunun içinde buldukları – “Huzursuzluk” ve “Tutunamamak” – için belki de bir yönleriyle benzeşmektedirler. Fakat yazarların bulundukları konum ve bu olgunun çözümünü biliyor olmak etrafında düşünüldüğünde Tanpınar ve Atay’ın oldukça farklı yerlerde durduklarını söyleyebiliriz. Tanpınar, Mümtaz’ın içinde bulunduğu çelişkili durumun çözümünü – Mümtaz ‘ı toplumsal sorumluluklarını bilen bir kahraman dönüştürmese de – kendisi bilmektedir. Atay ise yaşanılan bu ikiliğin ve bunalımın karşısına “Tutunamamak” ı koyuyor gibi görünmekte fakat onun da altını oyarak okurunu nesnelleştirmekten kaçınmaktadır.

 

DİPNOTLAR

1.Modernist ve gelişmeci bilim anlayışına getirilen en ciddi eleştirilerden birisi olan Dünya-Sistemler Kuramı için bkz. Immanuel Wallerstein, Ulusal Kimlik, Dünya Kimliği ve Devletlerarası Sistem, Jeopolitik ve Jeokültür, İstanbul: İz Yayıncılık, 1998, s.187.

2.Yirminci Yüzyılın bir toplumsal ve kültürel devrimler çağı olarak yaşandığı açıklaması ve bu olgunun Batılı ve batı dışı kapitalist toplumlarda farklı görüntüleri için bkz. Eric Hobsbawn, Toplumsal Devrim: 1915-1990, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991. Aşırılıklar Çağı, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1996, s.334.

3.Berna Moran, Türk Romanı ve Batılılaşma Sorunsalı, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s.19.

4.a.g.e.s.9

5.Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s.8.

6.Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi, Defter, Bahar 1995, s.32.

7.Süha Oğuzertem makalesini asıl olarak “Kara Kitap” ekseninde kuruyor ve Tanpınar’ı izleyen modernist romanı ortaçağdan çıkışın büyük ölçüde tamamlandığı bir döneme oturtuyor. Bu dönemin özelliği olarak da yeni burjuva toplumun aydınlarının, geçiş döneminden çok farklı türde ürünler vermesini koyuyor. bkz. Süha Oğuzertem, İktidarı Öven Galip, Defter, (?), s.127.

8.Berna Moran, Bir Huzursuzluğun Romanı: Huzur, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s.207.

9.a.g.e.s.219.

10.Berna Moran,Tanpınar’ın Batılılaşma karşısındaki duruşunun anlatımına makalesinde oldukça geniş bir yer verir. bkz.a.g.e.s.214-218.

11.Gazeteci-editörün “Sonun başlangıcı” adlı önsözüyle başlayan Tutunamayanlar, bu önsözden anlaşılacağı üzere sona ererek bitmez. Bitmememiş bu kitabın, hala bir yerde dolaşıyor olan Turgut Özben’in ve O’nun hikayesinin çerçevelediği Selim Işık’n serüveninin nasıl çerçeveler içine oturtulabileceği için bkz. Berna Moran, Tutunanlardan Tutunamayanlara Bir Yolculuk, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s.200-201.

12.Selim’in Turgut’un öteki beni mi olduğu tartışması için. bkz.a.g.e. s.210.

13. bkz.a.g.e. s.213.

14.Jale Parla toplumda aslında çok iyi tutunmuş bir birey olan Turgut Özben’in kitap boyunca okuduğunu ve iradeli olarak bir tutunamayan olmayı seçerken, uğraştığı bir sürü eksik metinin O’na bu yolda yardım ettiğini söyler. bkz. Jale Parla, “Takib-i Macera-i Metindir Şiir” : Tutunamayanlar, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000. s.205.

15.Atay’ın romanında kullandığı İsa mitosuyla “tutunamayan” olmaya yeni bir boyut geirdiğini söyleyen Moran, İsa’nın tutunamayanların bir arketipi olduğunu belirtir. İncil’e yapılan göndermelerin de Tutunamayanlar’ın analamına yeni boyutlar eklediğini söyler. Berna Moran, Tutunanlardan Tutunamayanlara Bir Yolculuk, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s.211. Berna Moran’ın bu tespitine karşılık olarak O’na Süha Oğuzertem’den bir eleştiri yöneltilmiştir. Oğuzertem, Moran’ın modernizmi 1950’ler sonrası sınıflı topluma yerleştirdiğini fakat Tutunamayanlar’ı sınıflı toplum açısından eleştirmediğini söyler. Bir çok bakımdan yararlı olan çalışmasında sınıflılık döneminin ürünlerini sınıfsallık açısından değerlendirmemenin eksik kaldığını ekler. bkz. Süha Oğuzertem, İktidarı Öven Galip, Defter, (?), s.127.

16.Moran’a göre, Atay’ın James Joyse gibi modernist ve Nabakov gibi post-modernist bir yazardan çok etkilenmiş olması O’nun modernist ve pos-modernist yönlerine açıklık kazandırmaktadır. bkz.Berna Moran, Tutunanlardan Tutunamayanlara Bir Yolculuk, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s.199.

17.Jale Parla, “Takib-i Macera-i Metindir Şiir” : Tutunamayanlar, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000. s.225.

 KAYNAKÇA

*Akgül, Hasip. Oğuz Atay’ın Yaşam Oyunu, Akış Yayıncılık. İstanbul: 1996

*Anderson, Benedict. Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları. İstanbul: 1995.

*Atay, Oğuz. Tutunamayanlar, İletişim Yayınları. İstanbul: 2000.

*Hobsbawn, Eric. Kısa 20. Yüzyıl Tarihi 1914-1999.Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yayıncılık. İstanbul: 1996.

*Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları. İstanbul: 1999.

*Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İletişim Yayınları. İstanbul: 1997.

*Oğuzertem, Süha. İktidarı Öven Galip, Defter: (?)

*Pamuk, Orhan. Öteki Renkler, İletişim Yayınları. İstanbul: 1999.

*Pamuk, Orhan. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi, Defter: Bahar: 1995

*Parla, Jale. Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları. İstanbul: 2000.

*Tanpınar, Ahmet Hamdi. Huzur, Dergah Yayınları. İstanbul: 2000.

*Boğaziçi Üniversitesi TKL 408 2000/2001 Bahar Dönemi Ders Notları.

*Wallerstein, Immanuel. Jeopolitik ve Jeokültür, İz Yayıncılık. İstanbul: 1998.

 

 

 

NURAY KÜÇÜKLER

 

“Sunuş”da belirttiğim gibi benim için şiir yazmak -özellikle siyasete girdiğimden beri- bir iletişim aracı bir düşünce açıklama yolu değil bir düşünme yöntemidir. İngiliz ozanı A. E. Houseman “şiir söylenen şey değildir söyleyiş biçimidir” der. Söyleyişle düşünüş arasındaki bağlantı gözönünde tutulursa şiir için “düşünülen şey değil düşünüş biçimidir” de denilebilir.

Topluma bir bildirim (mesajım) olacaksa bunun için şiirden yararlanmam. Yine de yazdığım şiirlerde bir bildiri bulunabilir. Ama çoğu kez ben de o bildiriyi şiirden öğrenirim veya çıkarmaya çalışırım.

Topluma bildiride bulunmak için şiir yazanları eleştirmiyorum. Kimi ozanların topluma insanlığa büyük katkıları olur o yoldan. Ama şiir ille bunun için yazılmalı diyen olursa buna katılamam. Ben yapabildiğim kadar toplumsal görevimi siyasal eylem yoluyla yapıyorum. Siyasal açıklamalarımla yapıyorum. Doğrudan yapıyorum. Şiir benim özel eylemim.

Ne var ki açık toplumda siyaset adamının özel eylemleri de günü geldiğinde açıklanmak gerekir.

Üstelik şiiri özel eylemim saysam bile bu özel eylemin toplumsal yaşamımdan ve siyasal eylemimden büsbütün kopuk olmadığını da biliyorum. Siyasete girdim diye şiir yazmayı şiir çevirmeyi bıraksaydım siyasette ben ben olmazdım.

Bir siyaset adamının bütün yaşamı ve dünyası siyaset olursa onun siyasette bile yararlı olamayacağına inanırım. Her siyaset adamı ille şiirle veya sanatla ilgilenmelidir anlamı çıkarılmasın bu sözümden… Ama her siyaset adamının siyasetten başka bir dünyası da olmalıdır. Zaman zaman o başka dünyasına geçip siyasete siyasetin dışından da bakabilmelidir. Siyasetin bir soyut uğraş olmadığını siyasetin öz konusunun insan olduğunu öz amacının insan özgürlüğü ve mutluluğu olduğunu unutturmayacak bir uğraşı bir bakış açısı bulunmalıdır siyaset adamının.

Bütün dünyası siyaset olursa siyasette yenildi mi veya siyasetten ayrılmak zorunda kaldı mı dünyasının yıkılacağını sanabilir. O yüzden de siyasete sımsıkı sarılır. Topluma veya insanlığa yararlı olabilmek için değil kendi kendini ayakta tutabilmek için sarılır siyasete. Kendisi için sarılır.

Oysa siyaseti bırakınca veya siyaset onu bırakınca kendisini bekleyen ve seve seve gidebileceği yaşayabileceği bir başka dünyası varsa ve siyasete en çok gömüldüğü dönemlerde bile kafasının yüreğinin bir köşesinde o dünyasını da yaşatabiliyor ve o dünyasının da özlemini duyabiliyorsa gözünü hırs bürümez siyaset adamının… Kişisel siyasal hırsı uğrunda topluma insanlığa kıymaz. Ama gerektiğinde toplum uğruna insanlık uğruna insan uğruna kendi siyasal yaşamına kıymayı göze alabilir. Ancak o durumdaki bir siyaset adamı siyasetin tutsaklığından ve sınırlamalarından kurtulup özgür olabilir ve ancak kendi özgür olan siyaset adamı toplumun da insanlığın da insanın da özgürlüğüne gerçek katkıda bulunabilir.

Siyasette güçlü olabilmek için siyasette kişiliğini ve insanlığını yitirmeyebilmek için siyasette zararlı olmayabilmek için başarıyla yengiyle başı dönmeyecek yenilgiyle de yıkılmayacak kadar az bağımlı olunmalıdır siyasete… Gereğinde “Şah” şiirimdeki yenilen şah gibi siyasetin daracık dörtgeninden çıkıp bir başına özgür gidebilme gücünü yüreğinde taşıyabilmelidir siyaset adamı. Ya da Lao Tsu’nun iki bin beş yüz yıl önce öğütlediği gibi “işini bitirince çekilmesini bil”melidir.

Benim için şiirin bir düşünme yöntemi olduğunu söyledim. Düzyazı diliyle düşünülebilenin ötesine geçilebilir bu yöntemle… Başka sanat dallarında da bu olanak vardır. Yeter ki ozan ya da sanatçı şiir ya da sanat dışı bir amaç gözetmesin yaratısında… Öylece kendini her türlü amaç yönlendirmesinden de düşünce duygu ve bilgi koşullandırmasından da bağımsızlaştırarak algılayıp düşünebilsin… Öylece şiirin veya sanatın kendine özgü düşünme sürecine girebilsin…

Bunu başarabildiğimde kendi dışıma bir gücün de olanaklarıyla düşünebilirmiş duyabilirmiş gibi olur. O nedenledir ki eskiler “esin”den veya “ilham perisin”den ya da eski Yunan diliyle “mousa”dan (müz’den) sözederlermiş. Ozanın ya da sanatçının benliği dışında da bir güç kaynağı varsayarlarmış. Kuşkusuz öyle bir dış gücü öyle bir “peri”si yoktur ozanın ya da sanatçının… Tam tersine… Sınırlamalardan koşullanmalardan kurtulunca düşüncede ve duyguda benliğine daha çok erişebilmektedir. Amaçların yönlendirmesinden düşüncelerin koşullandırmasından bilgilerin ve dilin sınırlamasından kurtulabildiği oranda benliğinde saklı düşünme ve duyma gücünü harekete geçirebilmektedir. Aşkın (transcendant) düşünce alanına yükselebilmektedir. Bilinçten bilinçaltına bilinçdışına ortak bilinçdışına geçebilmektedir.

Yalnız ozanlar sanatçılar değil büyük buluşlarda bulunan veya bilimde devrim yapan bilimadamlarından da bir çoğu düşünce ve bilgi koşullandırmasının sınırını aşarak düşünebilen kimselerdir. Aşkın düşünebilen kimselerdir. Bulduklarını yanlışlıkla bulan veya aramadıklarını bulan bilim adamlarından sözetmiyorum. Ama bilgi koşullandırmasının sınırlarını aşabildikleri için Hindistan’a tersinden ulaşmak üzere bilinmeyen denizlere açılabilip yolda Amerika’lar bulabilen türden bilim adamları vardır onlardan sözediyorum. Öylelerinin de ötesinde düşüncesini her türlü bağımlılıktan kurtarabildiği ve özgür düşünebildiği için veya Souriau (Etienne Souriau: Çağdaş Fransız Estetikçisi) ‘nun deyimiyle “açıktan” düşünebildiği için veya aradığını -bir nesnel bilimsel gerçek bile olsa- kendi dışında değil kendinde aradığı için bilimde devrim yapabilen bilim adamından sözediyorum. Usçu düşüncenin özellikle bilim alanında ağır basmaya başlayışından beri daha çok genç bilim adamları arasından çıkıyor böyleleri. Çünkü yaşlarını başlarını aldıkça ağırlaşan bilgi birikimlerinin koşullandırmasından ve usçu düşüncenin katı sınırlamasından kendilerini kurtarabilmeleri güçleşiyor.

Ozanın ve sanatçınınsa -kimi baskı yönetimleri dışında- usçu düşünme zorunluluğu yoktur. O nedenle ozanlarla sanatçılar ömürlerinin sonuna değin “açıktan” düşünme ya da aşkın düşünme yeteneklerini sürdürebilmektedirler.

Bu sözlerimden usçu düşüncenin değerini yararını bilmediğim veya yadsıdığım sanılmasın. Usçu düşüncenin sınırlılığını ve o sınırın ancak aşkın düşünceyle aşılabileceğini belirtmek istiyorum yalnız. Ama biliyorum ki aşkın düşüncenin erişip açtığı alanlarda bilim de uygarlık da siyaset de ancak usçu düşünceyle yerli yerine yerleşebilir işlerlik ve geçerlilik kazanabilir.

İstediğiniz kadar “açıktan” düşünün… İstediğiniz kadar aşkın düşünün us dışı veya bilinç dışı düşünün… Başlıca düşünce aracınız dildir. Dil de ortak gözlemleri duyuları duyguları izlenimleri nesnel olarak belirleyip tanımlayan sözcüklerden oluşur. Üstelik bu sözcüklerin ardarda dizilişi belli kurallara göre olur. Bu da düşüncede büyük ölçüde bağımlı kılar insanı. O bağımlılıktan bir ölçüde kurtulabilmek olanağı en çok şiirde vardır. Çünkü anlatmakla yükümlü değildir ozan. Nasıl bir heykeltraştan taşı veya tuncu günlük yaşamda işe yarayacak biçimde kullanması beklenmezse ozandan da sözcükleri tümceleri günlük konuşmada veya yazışmada kısacası toplumsal iletişimde işe yarayacak biçimde kullanması beklenemez.

Anlatma yükümlülüğünden ve sorumluluğunda kurtulması dilde özgürlük kazandırır ozana… Dilde özgürlükse düşünmede özgürlüğü arttırır.

Kuşkusuz kesin bir özgürlük değildir bu… Kesin özgürlük yoktur aslında. Göreceli bir özgürlüktür bu… Fakat göreceli de olsa önemli bir özgürlüktür.

Şiir dışı amaçla yazılan şiir topluma bildiride bulunmak için yazılan şiir bu özgürlüğü kullanamaz. Çünkü öyle şiir bir iletişim aracıdır. Bir şeyler anlatmak zorundadır. Şiirin dilde ve düşüncede sağladığı göreceli özgürlükten ancak şiiri bir iletişim aracı olmaktan çıkardınız mı yararlanabilirsiniz.

Bu bir anlamda şiiri kendimiz için yazmak demektir. Ama kendimiz için yazarken de insan için yazmış olursunuz. Şiirle kendinizde bulduğunuz tüm insanlık için bulmuşsunuzdur. Bir gerçeği veya doğruyu kendinizde duyamazsanız bulamazsanız dışınızda hiç duyamaz hiç bulamazsınız. O nedenle bencillik değildir şiiri kendisi için yazmak…

Ben de gazeteciliğe hele siyasete girdikten sonra kendim için yazar oldum şiiri. Çünkü artık bir iletişim aracı olarak şiiri kullanmama gerek kalmamıştı. Gazetecilikte de siyasette de toplumla -şiire gerek kalmaksızın- doğrudan doğruya iletişim kurabiliyordum. Toplumsal işlevimi o yoldan yapabiliyordum. Öyle olunce şiirde daha özgürleşebildim. Şiir yazmaya ancak bir düşünce ve duyma yöntemi olarak gerek duyar oldum. Dili dileğince kullanabilirdim artık şiirde… Söz dizini kurallar dışına çıkabilirdim. Kimse kınayamazdı beni bu yüzden. Kimse bunun hesabını soramazdı benden. Kimse “ne demek istiyorsun” diye soramazdı bana. Kimse “neden şu konuyu işledin” “neden şu düşünceyi dile getirdin” diyemezdi.

Şiiri bu özgürlükle yazabilir olunca daha rahat yazar oldum. Şiirden kendi düşüncelerimi oluşturmada daha çok yararlanır oldum. Üstelik siyaset adamlığının tutsağı olmaktan kurtuldum şiirle… Çoğunu attım eski şiirlerimin. Onladan çoğu şiirin eşiğinde yazılmış şeylerdi benim için. Şiirin eşiğinden içeri ancak siyaset adamı olduktan sonra girebildim. Bir çelişki gibi görünebilir bu… Ama Lao Tsu’nun dediği gibi “doğru bazen böyle çelişkilidir”.

Ne var ki iletişim dürtüsü bastırılamaz bir dürtüdür insanda…

Ben de bu dürtüye kendimi bırakıyorum şimdi. Kendim için yazdığımı söylediğim şiirleri yayınlıyorum. Zaten kendisi için düşünürken de kendisi için bulurken de kendisi için yazarken de herşeyi insan çin yapıyordur kişi… İlkin kendinizi anlayabilmelisiniz ki başkalarını da anlayabilesiniz. Kendini ve başkalarını anlamadan da siyasette bir işe yaranamaz.

İnsanlık şiirin sağladığı özgürlüğü bir ölçüde olsun kullanmazsa dil insanın aracı olmaktan çıkar insan dilin aracı olur. Aracın aracı olur insan. Özne olmaktan çıkar nesne olur. Öznelliğin ilkel ve aşılmaz gücünden yoksunlaşır. Alman düşünürü Hamann “şiiir insanlığın anadilidir” derken bunu belirlemek ister. Çünkü dilin kaynağında özünde”nesneleri belli niteliklerine göre nesnel olarak gözleyip bölümlemekten (tasnif etmekten) önce öznel duygunun ilkel gücü vardır” (Ernst Cassirer – Language and Myth).

Şiirsiz kalan toplum bu nedenle “insanlığın ana dili”nden kopmuş olur. Dile yabancılaşır. O yüzden kendine de yabancılaşır.

Dille düşüncenin ilişkisi gözönünde tutulursa öyle bir toplumda düşünce de giderek bundan etkilenir ve öznelliğini yitirip kişiye yabancılaşır.

Öyle bir toplumun insanları sloganlarla konuşurlar artık. Daha kötüsü sloganlarla düşünürler. Daha da doğrusu pek düşünmez olurlar.

Düşüncenin basmakalıplaşmasını isteyen baskı yönetimleri o yüzdendir ki genellikle ozanları da baskı altına almak isterler. Ozan yönetime ve toplum sorunlarına karışmasa değinmese bile baskı yönetimi ozana karışma gereğini onunla uğraşma gereğini duyar. Çünkü korkar ozandan baskı yönetimi. Çünkü ozan yüzünden dilin ve dil yoluyla da düşüncenin ilkel gücü diriliverirse diye korkar. Dirilir de kafalara ve duygulara örülmek istenen duvarları yıkarsa çizilmek istenen sınırları aşarsa diye korkar. İnsanlar basmakalıp düşünceler dışında düşünmeye ezberletilmiş sloganlar dışında konuşmaya başlarsa diye korkar.

Tarihi boyunca Türk toplumu Türk halkı -dünyanın her yerinde- basmakalıp düşünür olmaktan ve baskılar altında suskunlaşıp veya nesneleşip benliğini yitirmekten şiirle kurtulmuştur. Bugün de şiirle kurtulmaktadır. Düşünceye konulan yasaklarınerişemediği bir özgürlük alanı olagelmiştir Türk halkının özellikle Türk köylüsünün… Şiirdir bu alan. Çağlar yasalar yönetimler değişir fakat “insanlığın ana dili”yle kendi dilediği gibi düşünür yazar ya da söyler Türk köylüsü. Ne yasaklar ne “olağanüstü hal”ler ne “sıkıyönetimler” susturabilmiştir bugüne değin o “ana dili”ni Türk halkında…

Şiirdeki göreceli düşünce özgürlüğünün nedenini biraz daha açıklamak isterim.

Ozan -özellikle şiirinde şiir dışı amaç gütmeyen ozan- şiiri bir iletişim aracı olarak kullanmak zorunda değildir. Anlatmak için yazmadığına göre anlaşılmak zorunda da değildir. Anlatmaktan çok anlamak için yazıyordur. Kimi ozanlar hiç ilgilenmezler anlatmakla. Salt anlamak için yazarlar. Bulunmuşu bilmek ya da bildirmek için değil bulmak için yazarlar.

Bulmak için aramazlar da üstelik. Bulunmuşu da arayışı da bırakırlar bir yana. Bulunmuşla kendilerini sınırlamayacak arayışla da kendilerini ve arananı zorlamayacak kadar özgürleştiklerinde rastlayabileceklerini bilirler ya da umarlar. Hindistan’a tersinden ulaşmak için bile açılmazlar bilinmeyen denizlere… Açılmak için açılırlar. Latin ozanı Virgilius’un deyişiyle

“Gerçek sizi ardından koşturur. Tükenirsiniz
bir noktada bırakırsınız ardından koşmayı.
ancak o zaman gerçek gülerek size teslim olur”.

Ozan da bulmak istediğinin ardından koşmanın geçersizliğini bilir. Kalıplaşmış düşünce kalaslarını söküp atar kafasından. Bilginin toz birikintilerinden arındırır algılama gücünü. Kafasının duyularının kapılarını camlarını açabildiğince açar ve bekler. Çünkü Hint ozanı Tagor’un dediği gibi göz gözü görmeyen gecede “belli değil”dir gerçeğin”nerden geleceği”…

Büyük bilim adamlarının yüzyıllar süren arayışlardan deneyişlerden sonra bulabildikleri bazı gerçekleri kimi ozanların -üstelik “ümmi” denen kimi ozanların- yüzlerce binlerce yıl önce aramadan bulmuş olmalarının başka türlü açıklaması olabilir mi?

Felsefe bilimden şiir de felsefeden önce gelir buluculukta. Çünkü filozof bilim adamından ozan da filozoftan özgür düşünebilir.

Çünkü ozan dilde de hepsinden özgürdür.

Söz dizimi veya dilbilgisi kuralları açısından yargılanamaz bir ozanın kurduğu “tümce”ler… Tümce kurmaya bile zorlanamaz bir ozan. Ortaya tümceler çıksın diye sözcükleri tümlemekle yükümlü değildir o… Dizelerde kırıp dökebilir sözdizimini.

Çağdaş İngiliz ozanı Donald Davie’nin “Articulate Energy” adlı yapıtındaki deyişiyle

“Şiirin sözdizimi mantıkçılarla dilbilgicilerin söz dizimi anlayışında tümüyle değişiktir. Bir ozan eğer dilbilgicinin de anlayışına uygun sözdizimi kullanıyorsa bunu sırf alışkıya uymak istediğinden yapıyordur.”(Michael Hamburger – The Truth of Poetry)

yoksa zorunlu olduğundan değil…

Sözcüklerin toplumca benimsenmiş içeriğiyle de bağımlı değildir ozan. Başkalarının toplumsal işlevler için veya nesnel gözlemler için kullandığı sözcüklere özel eylemi için de öznel izlenimleri için de kullanabilir. Her sözcüğe her kavrama yeni bir içerik katabilir. Aşınmış sözcükleri kavramları onarıp yenileştirebilir. Ölmüş sözcükleri kavramları bir başka yaşamda diriltebilir. Yeni sözcükler oluşturabilir. Dilde bütün bu özgürlükle bilim adamından da filozoftan da ve daha başkalarından da çok ozana tanınmıştır.

Öylece ozanın dilinde daha çok işlerlik kazanır dil. Daha çok işe yarar olur. Dili bir iletişim aracı olarak kullanmasa bile bir iletişim aracı olarak da olanaklarını genişletir değerini yükseltir dilin.

Dilin olanaklarını genişletirken düşüncenin de sınırlarını genişletmiş olur.

Öylece şiiri şiir dışı bir amaçla yazmasa da başkaları için değil kendisi için yazsa da yine insanlar için düşünmüş yazmış olur ozan… Kendisi için yazarken de ve dışa değil içe dönükken de insana ve insanlığa yararlı olur.

Kişi gerçeği kendi dışında değil kendinde bulabilir ancak. Kendi dışında görüntüsünü gözleyebilir gerçeğin. Kendinde ise görüntünün gerçeğini bulabilir.

Gerçeği ışıldakla kendi dışında arayan kişi değildir ozan… İçinin radarındaki yansımalarda bulan veya sezen kişidir gerçeği… Işıldağın görebildiği gösterebildiği çok azdır. Kör noktaları sonsuzdur. Radarınsa kör noktaları azdır. Işıldak bir anda bir yana yönelebilir ancak. Radarsa bir anda her yana açıktır. Işıldak ara durur. Radarsa aramadan bulur. Bir simya klavuzunun yazdığı gibi “arayıl ancak arayanda yoğunlaşırsa taş bulunur”. (Arthur Koestler – The Act of Creation, Bölüm 7)

Simya klavuzunun tanıklığına ne gerek? Türk tasavvuf yazınının nice ozanı gerçeği kendinde aramayı salık vermemiş midir? Hacı Bayram Veli’nin diliyle “kendüde buldu kendüde buldu maksudunu” gönül.

İsviçre’li ruh bilimci Jung’un “yönlendirilmiş düşünce” kavramı vardır. (Karl Jung – Physcology of the Unconcious, Bölüm 1). Işıldak ona benzer. Radarsa yine Jung’un deyimiyle – yönlendirilmiş düşüncenin karşıtı olan – “öznel düşünce” ye benzer.

Tıpkı radarın belli bir yöne değil her yöne açık olan vericilik – alıcılık işlevi gibi öznel düşünce de yönsüzdür. “Açıktan” düşünür içten düşünür yakından düşünür uzaktan düşünür öznel düşünebilen kişi… Belleğiyle bile sınırlı değildir. Belleğin altındaki anımsamanın gerilerindeki düşler dünyasına efsaneler dünyasına kısacası insanlığın ortak bilinç dışına açılıp uzanabilir. Duygularla düşüncelerin sezgilerle bilgilerin henüz birbirine değmediği alanlarda dolaşabilir.

Şiir dışı amaç gütmeyen ozan böylesi bir öznel düşünce özgürlüğüne kavuşabilmiş demektir.

Yönlendirilmiş düşünce uygulama için de yaşam için de zorunludur. Uygulamalı bilimler için zorunlu… Düzenli toplumsal yaşam için zorunlu…

Öznel düşünce ise zorunlu değldir ama yararlıdır. Bazen zorunlu olandan da yararlı…

Denebilir ki şiir dışı amaç gütmeyen veya bir toplumsal işleve yönelmeyen şiir boş laftır öyle şiir olmasa da olur… Yine denebilir ki şiir hiç olmasa da olur ama bilim olmasa teknik olmasa siyaset olmasa olmaz. Fakat Lao Tsu’nun dediği gibi

“olandan kar gelir
olmayandan yarar”

Çünkü yine Lao Tsu’nun dediği gibi

“bir testi yaparsın
çamurdan
içindeki boşluktur
onu yararlı kılan.”

Şiirin boşluğu da bu türden bir boşluktur. Yararlı boşluktur. İnsanlar – hele siyaset adamları – böylesi yararlı bir “boşluk” bırakmazlarsa yaşamlarında tüm yaşamları toplumsal işlevleriyle dolu olsa bile yararsız olaiblirler.

İçe dönük öznel düşüncenin siyasete – yalnız dolaylı değil – doğrudan doğruya yararlı olabilecek bir yönü ve işlevi de vardır.

Kişinin gerçeği kendinde bulabileceğini söylemiştim. Savaşlar da kişinin ve toplumdun kendinde verilir aslında. Her savaş ancak görünürde dışa dönüktür. Her savaş kişilerin veya toplumların kendi içlerinde kazanılır ya da yitirilir.

Bir savaşı karşınızdakine karşı kazanabilmek için ilkin kendi içinizde kazanmanız gerekir. Yalnız dış güçlere karşı savaşılarak kazanılmış bir kurtuluş savaşı yoktur.

Savaş önce kişilerin kafasında doğar. Kişilerin kafasında yüreğinde kazanılır. Özsavaştır bu…

Özsavaşı kazanınca belli bir güç edinirsiniz o güçle yakın çevrenizde bir savaş vermeniz gerekir. Çevre savaşıdır bu da…

Çevre savaşını kazandığınızda edineceğiniz daha büyük güçle toplum içinde bir savaş vermeniz gerekir. İç savaş diyebilirsiniz buna…

Ancak o iç savaşı sürdürürken dış savaşı verebilirsiniz.

Türk Kurtuluş Savaşı öyle olmadı mı? Atatürk o savaşı ilkin kendi kafasında yüreğinde verip kazandı. Sonra çevresinde savaş verip kazandı. Sonra da bir yandan kendi toplumunda iç savaşı sürdürürken onun yanı sıra dışa dönük savaşı yürüttü. Ve ancak bu özsavaştan ve onu izleyen çevre savaşından ve onu da izleyen içsavaştan aldığı güçle dış güçlere karşı bir kurtuluş savaşını oluşturup kazanabildi.

Vietnam Savaşında Vietnamlı’ların kazandıkları başarının da gizi buradadır.

Vietnam halkının gücüyle Amerika Birleşik Devletlerinin gücü karşılaştırılırsa birinin bir karınca kadar çelimsiz, öbürünün bir kaplan kadar göz korkutucu olduğu görülür. Vietnam Savaşını aslında Vietnam halkı kendi içinde Amierka halkı da kendi içinde vermiştir. Vietnam halkı kendi içinde kazanırken Amerika halkı da kendi içinde yitirmiştir bu savaşı… Koca kaplan o nedenle bir küçük karıncaya yenilmiştir. Ve siyaset adamı olmadan önce sanatçı ve ozan olan Ho Çi Minh’in kafasında başlamıştır bu savaş… Veya Ho Çi Minh gibi düşünebilenlerin kafasında…

Hint savaş destanı “Bhagavatgita”da da bir adamın kendi kafasındaki yüreğindeki savaş anlatılıt. Kendi kafasındaki yüreğindeki savaşı kazanmadan dış güçlere karşı savaşı başlatabilmesi söz konusu bile değildir destan kahramanının…

Bir insanın kendi kafasındaki yüreğindeki bir savaşı kazanabilmesi içinse içe dönük düşünebilmesi özgür düşünebilmesi gerekir. Yasalardan – yasaklardan da çelişkilerden de korkmayacak kadar özgür ve cesur düşünebilmesi gerekir.

Bunu başarabilmek için ille şiir yazmak gerekmez ama şiir böyle düşünebilmeyi özellikle kolaylaştırır. Yeter ki şiir dışı bir amaçla yazmasın ozan… Şiiri bir iletişim aracı olarak seçmiş olmasın… Bu kurala uyabilirse kafasının bütün kapılarını camlarını açarak düşünebilir.

Yüreğinde çelişen duyguları kafasında çelişen düşünceleri serbestçe çatıştırabilir. Ve o çatışmalardan gerçeğin doğrunun kıvılcımı parlayabilir bir anda… Dışa dönük düşünürken göremediği bir çıkış yolu aydınlatabilir o kıvılcımla…

“Gerçeğin şimşeği düşüncelerin çatışmasıyla çakar” (“Barika-yı hakikat müsademe-yi efkardan doğar” – Ziya Paşa) demiş ozan.

Gerçeğin şimşeğini çaktırmak için düşüncenizi ille başkalarının düşüncesiyle çatıştırmağa ne gerek var? Ondan önce insan kendi kafasında bu çatışmayı özgürce – yan tutmayacak kadar özgürce – yapabilmelidir. Lao Tsu’nun dediği gibi “doğru”nun “bazen çelişkili” olabileceğini bile içine sindirebilmelidir.

Zaman zaman usçu düşünce sınırlarını zorlayan Doğulu kafası Zen Budizminde – yalnız çelişen düşünceleri değil – biribiriyle ilişiği olmayan düşünceleri bile çatıştırarak gerçek kıvılcımını yandırabilmeyi neredeyse bir bilimsel yöntem durumuna getirmiştir. Bizim halk ozanlarımızın da başıyla sonu biribirini tutmaz gibi görünen nice manileri vardır. Ama o başıyla sonu biribirini tutmayan düşüncelerden imgelerden şaşırtıcı bir uyum doğuverir sarsıcı bir etki çıkıverir ortaya ve ancak şiirler düşünülebilen bir gerçek kıvılcımı çakıverir.

Kimi insanlar özgür olmayı davranışlarında kurallara törelere uymamakta veya toplumsal sınırları yasakları aşmakta ararlar. Oysa gerçek özgürlük içte özgürlüktür. Kendi kafanızda kazılı sınırları aşabiliyor musunuz? İşte o zaman ancak gerçek özgür olursunuz.

Bir film görmüştüm. Kafasında ve gönlünde özgür olan bir kızla öylesi bir özgürlüğe erişemeyen sevgilisi arasındaki gerilimi anlatan bir film… Kızın o yüzden kendisini hor görmesine dayanamayan erkek bir gün kızın ve sokaktakilerin şaşkınlıktan açılan gözleri önünde çırılçıplak soyunup pencerenin dışına çıkar ve

– Bak işte özgür oldum

Diye öğünür.

Kızın verdiği karşılık şu olur:

– Özgür değilsin çıplaksın.

İç özgürlükle dışa dönük özgürlük arasındaki ayrım bundan daha tatlı belirtilemezdi sanırım.

Kimi şiirle sağlayabilir iç özgürlüğünü kimi başka yollardan sağlayabilir. Ne yoldan olursa olsun iç özgürlük sağlanmadan gerçek özgür olunamaz ve toplumun da insanlığın da insanın da özgürlüğüne katkıda bulunulamaz.

BÜLENT ECEVİT
Haziran 1976.

Bülent Ecevit’in “Şiirler” kitabından alınmıştır

Gölgen orada, masamın üzerinde,
Ve sana ampullerin yapay bir güneşe nasil dönüştüğünü anlatmayı beceremeyeceğim
Biliyorum ki oradasın ve beni asla terk etmedin, asla
İçimde sahibim sana, derinlerde, kanımda, ve sen benim damarlarımda koşuyorsun  Continue Reading

Zamanla,
Geçer, her şey geçip gider, zamanla
Unuturuz yüzü ve sesi unuturuz
Kalp daha da yenilince, gitmek dert olmaz
Aramak daha uzağı, peşini bırakmak gerekir ve bu çok iyidir
Zamanla Continue Reading

Leo FerreLéo Ferré (1916-1993), Fransız, anarşist, yazar, şair ve besteci.
Noirflag’in çevirileriyle şiirleri…

Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir. Önce burada ucuza satılan şeyleri sıralayayım: akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmeliyim; bir bahçenin havuzunda yıkanırken gördüğüm ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmeliyim. Bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamam oysa sana: çünkü Anastasia’nın anlatısı, sonradan boğmak zorunda kalacağın arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia’nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir seni. Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır. Kancık kent Anastasia’nın, kimine göre kötü, kimine göre iyi, böyle bir gücü var işte: eğer günde sekiz saat akik, oniks ya da zümrüt kesiyorsan, senin, arzuya biçim veren yorgunluğun, kendi biçimini o arzudan alır, ve sen Anastasia’nın tümüyle keyfini çıkardığını düşünürken sadece tutsağı olursun onun

Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay. Merdiven yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir: bir sokak lambasının yerden yüksekliği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasındaki uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa gerilen ip ve kraliçenin düğün alayının geçeceği güzergahı süsleyen festonlardır; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır; bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür; burunun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayri meşru oğlu olduğu ve kundağıyla, oraya, iskeleye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikayesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır.

Anılardan akıp gelen bu dalgayı bir sünger gibi emer kent, ve genişler. Zaira’nın bugün olduğu biçimiyle bir anlatışı Zaira’nın tüm geçmişini içermeli. Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven trabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde.

Dorotea iki türlü anlatılabilir: kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kuleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu, bergamut, havyar, astrolap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin; ya da beni oraya götüren deveci gibi yapar şöyle dersin: “Bu kente, ilk gençlik yıllarımda, bir sabah vakti geldim: sokaklarda yığınla insan hızla pazara doğru gidiyordu, kadınların güzel dişleri vardı ve gözlerinin içine içine bakıyorlardı, tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyordu, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyordu. O ana dek benim gördüğüm tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea’da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi bana. Daha sonraki yıllarda gözlerim, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyorum: bu, o sabah Dorotea’da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi”.